15 Ekim 2010 Cuma

MUCİT PROFESÖR

MUCİT PROFESÖR

Dünkü gazetelere, önde gelen mucit hocalarımızdan birisi(!), AKP Milletvekillerinden, Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı, Prof. Dr. Sayın Burhan KUZU’dan sadır olan bir kısım yeni buluşlar yansıdı. Buluş’un Vatan Gazetesine yansıması aynen aşağıdaki gibidir:

“AKP'li Kuzu'dan sürpriz 'laiklik' çıkışı!


Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, Türkiye ’nin değişen topluma ayak uydurabilmek için laiklik ilkesini yeniden yorumlamak zorunda olduğunu söyledi. Böylece süregelen laiklik tartışmasına Kuzu da katılmış oldu.
Reuters’a özel bir röportaj veren Kuzu, “Biz laiklik ilkelerine saygılıyız ancak bu ilkelerin yeniden yorumlanması gerektiğini düşünüyoruz ” dedi. Kuzu, “Örneğin başörtüsü meselesi laiklikle değil bireysel özgürlüklerle ilgilidir ” diyerek Türkiye’nin yeni anayasasının demokratik değerlere ve birey haklarına odaklanması gerektiğinin altını çizdi.
Röportajda mensubu olduğu Ak Parti ’nin yeni anayasa konusundaki görüşlerine paralel açıklamalar yapan Kuzu, “Haziran ayında yapılacak genel seçimlerden sonra kamuoyuna sunulacak yeni anayasa taslağı üzerinde bir uzlaşmayla oluşması gerektiğini” söyledi.
Kuzu, “Ak Parti 2002 yılından bu yana iktidardadır ve o günden bu yana hükümetin halkın yaşam biçimine müdahale ettiği hiçbir vaka yaşanmamıştır” dedi.”

Sayın Kuzu, elbet haklıdırlar(!)
Öyle ya; ülkemizde bu “lâiklik” meselesine mutlaka bir çözüm bulunmalıdır. Çözüm ise elbet kavramın içeriğinde anlaşmak biçiminde olacaktır.
Ne var ki bence bu anlaşma, kavganın çıkarcı ve art niyetli taraflarınca başarılabilecek bir şey değildir. Demem o ki; öncelikle ülkenin, vatan sevdasından başka çıkar gütmeyen  vatansever evlatları yağa kalkmalı bu hususta. Onlarla birlikte de halk… Millet… Ve bu aşamada hem “çıkarcı lâikçi dinciler”, hem de “çıkarcı şirkçi dinciler” artık sadede gelmelidirler.
-Sadede gelmelidirler çünkü; ülkenin kan kaybına tahammülü kalmamıştır artık!
-Sadede gelmelidirler çünkü; türban, her cenahça siyasal istismar konusu, bazılarınca da amaç değil, hedefe (din devletine) giden yolun bir aracı, bunun sembolü olarak kullanıldıkça,  bu kan kaybı devam edecektir. !
-Sadede gelmelidirler;  çünkü “lâiklik” millete devlet etme biçimi olduğu halde, bunu yaşam tarzıdır diye dayatan “çıkarcı lâikçi dinciler” mevcut boyutuyla var oldukça sorun çözülmeyecektir.
-Sadede gelinmelidir çünkü; “çıkarcı şirkçi dincilerin” gerek dinimize, gerekse devletimize olan bu mevcut tarzdaki saldırıları sürdükçe başımız dertten kurtulmayacaktır!
-Sadede gelmelidirler; çünkü kadın kıyafeti aslında siyasetin ve erkeklerin konusu değil, tamamen kadınların konusudur! Kaldı ki kadınlarımız iffetlerini korumak konusunda erkeklerimizden çok daha hassastırlar!

Zannımca demek istediklerimiz anlaşılmış, maksat hasıl olmuş olmalıdır. Ne var ki aşağıya, eleştiriye aldığım bu habere gelen bir yorumu eklemek arzu ediyorum:

Zamanında “laiklik ilkesini” yazan(lar), yorumlayan(lar), halk (tarafından) kabul görmesini (ve) benimsemesini sağlayanlar, halkın içinde yaşamlarını sürdüren, (onların arasında) korumasız dolaşan (yanına koruma almayan), en önemlisi (de) her gün kan dökülen güzelim ülkemizin toprak(lar)ını pazarlamayan (kişilerdi)...! LAİKLİK ilkesi, (işte bu kişilerce) yorumlanmıştır.
(Bu ilke) Her önüne gelenin yorumlamasına bırakılmayacak kadar (önemlidir ve) açıktır (bu konu!).
Sayın Kuzu esas amacını açıklasa, millete yalan söylemeden daha iyi olur!”

Ben ise bu maksat açıklamayı her cenahtan beklemekteyim.
Saygılarımla efendim!
                                                   Av. Mehmet DURAN

13 Ekim 2010 Çarşamba

TÜRBAN SORUNU ÇÖZÜLDÜ(!)

          TÜRBAN SORUNU ÇÖZÜLDÜ(!)

            Biliyorsunuz geçtiğimiz günlerde “türban sorunu” birden bire “şak” diye çözülüverdi(!) Bunu çözen, hepimizin bildiği gibi kahraman memleket evladı(!) ve büyük mucit(!), YÖK Başkanımız, Sayın Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN oldu. Doğrusu kendisini bu cesareti ve buluşu için Yürekten kutulamaktayız(!)
Öyle ya: Bu sorun üzerinde onca ilahiyatçı, hukukçu, siyasetçi ve memleket evladı çalıştı, çalıştı ama bir türlü netice alamadı! Sağ olsunlar(!) kendileri büyük bir başarıya(!) imza attılar ama….
Dediğimiz gibi bu sorunun üzerinde kimler çalışmadı, kimler…?

-Hatta bunlardan birisi, belki de ilki Haz. Ali’dir. Lakin o dahi çözüm bulamamıştır(!) bu vb. türden olaylara!  Bulamamıştır çünkü bildiğiniz gibi Sıffın’da Muaviye ile tutuştukları savaşı tam da galip bitirecekken, Muvaviye ve yardakçılarının bulduğu bir dinsel değer kullanısı ile alt olmuştur. Böylece kazanımı akamete/ kesintiye uğramıştır.
Bu hile ise şudur ki: Muaviye kendi askerlerinin mızrakları ucuna Mushaf (üzerinde Kuran yazılı kitap) sayfalarının taktırıp “Aramızda Kuran hakem olsun!” sözlerini bağırtarak onları savaş alanına sürmüş! Andığımız biçiminde uygulanan, sonuçta Haz. Ali’nin Devlet Başkanlığını elinden aldıran sürece işte bu yolla girmişti.
Oylayın başlangıç safhasında Haz. Ali her ne kadar; “Mızrak ucuna takılı olanlar kuran değildir. Yazı ve kağıttır. Semboldür. Kuran bunlardan bağımsızdır. bunlar kutsal değerleri kullanıyorlar vb.” şeyler söylemişse de kendi askerlerinin dahi bir kısmını ikna edememiş, yukarı paragrafta andığımız netice ortaya çıkmıştı.

-Zamanlar su gibi akıp geçti…! Nihayet ülkemiz insanı için tarihin tekerleği, Sevgili Atatürk’ümüzün önderliğinde ileri doğru en güçlü dönüşümünü gerçekleştirdi. Bu aşamada en büyük hizmetlerden birisini de dinimiz ve dinsel değerlerimiz gördü.

-Ancak kısa zaman sonra rahibelerinin kıyafetine benzer bir kıyafet, “yegane İslâm-i örtünme/ baş örtme biçimidir!” benzeri sözlerle siyaset alanına sürüldü. Muaviye’in çocuklarınca…

-Nice ilahiyatçılar çıktı ortaya ve dediler ki: “Nur Suresi 34. ayet hükmü diye ortaya konan ve kadınların saçları görünmeyecek şekilde başlarını örtmelerinin zorunlu olduğu biçimindeki anlayış zorlama bir yorumdur! Burada açık emir yoktur. Bu ayetin özü esasen kadınlarımızın kendilerini ortaya yerde “hafif meşrep”  ve cinsel obje olarak teşhir etmemeleri üzerinedir!”
Ne çare ki, bunları pek dinleyen, dinlemek isteyen olmadı. Hatta böyle söyleyenler nice eza ve cefalar gördü. Bunlardan birisi de ilahiyatçı Prof. Dr. Rahmetli Bahriye Üçok Hanımefendi’dir. Ki muhtemelen bu yöndeki açıklamaları nedeniyle can verdi  Merhume!

-Başa türban takılmasının Üniversitelerde serbest kalması için nice kanunlar çıkarıldı. Hatta Anayasa değişiklikleri bile yapıldı. Yapıldı ve bu konunun “dinsel bir zorunluluk olmaktan ziyade, Sıffın Savaşı’nda Muaviye’nin mızrağının ucundaki Mushaf sayfalarına benzeyen siyasi bir sembol olduğu, bunun esasen dinsel açıdan da mahsurlar taşıyabileceği” anlamına gelebilecek biçimdeki hüküm ve yorumlar, başta Anayasa yapıcılarımız, Anayasa Mahkememiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve nice bilim adamı, ilahiyatçı, düşünür, hukukçu, siyasetçi ve aydınımızca ortaya kondu.
Böylece konu hukuksal açıdan kesin bir hükme bağlandı ki; Türban siyasi semboldür! Ve bu uygulama kamusal alanlarda vücut bulamaz…! Böylece hükme bağlandı.
Bağlandı ama yine de bir türlü çözülemedi.

-Bu anlamda, ülkede nice siyasi partiler kapatıldı. Hatta mevcut İktidar Partisi bile kapatılmayı kıl payı atlattı. Herkesin malûmudur ki, kendilerinin “lâiklik karşıtı eylemlerin odağı oldukları” Anayasa Mahkemesince tesbit edildi. Yine herkesçe bilindiği gibi hukuksal değil, tamamen siyasal bir karar ve ufak bir para cezasıyla “ yırttı paçayı”... 
Ve bir müddettir görünürde sessizleri oynuyordu…!? Bilemem; belki de oldukça derinden çalışıyordu!? Kendileri her ne kadar inkar etseler de bu tarz, onların genel çalışma biçimiydi çünkü.

-Eh…! En sonunda ve geçtiğimiz günlerde…
Birden bire ortaya, ülkemizin kahraman evlatlarından(!),  büyük mucit (!), YÖK Başkanımız, Sayın Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN çıkıverdi. Çareyi bulmuştu(!) Ve çözüverdi(!) hemencecik sorunu…(!)

Nasıl çözdüğünü hepiniz biliyorsunuz:
Bir genelge yayınlayarak tüm üniversitelerimize gönderdi Sayın Başkan… Ve “Türban takan öğrenciler hakkında sadece tutanak tutulacak (fişleme) başkaca bir işlem yapılmayacak” diye yazdı oraya… Ve böylece bitirdi işi…(!)
Vay; çok sağ olasın…(!) Sayın değerli Hocam…(!) Çok sağ olasın…(!) Sorunun çözümü ne kadar basitmiş meğer(!) Basitmiş ama tarihler boyunca kimse bilememiş, kimse çözememişti(!)
Bu genelgeyi sanırım artık Danıştay da iptal edemez(!) Edemez(!) çünkü, Haz. Ali başta olmak üzere nice tarihsel kişilik yenik düştü(!) bu türden mücadelelerde! Öyleyse Danıştay da kim oluyormuş(!) efendim…? Sakın; dava mava açmayın(!) orada!
Zaten hep derler; “Tarih tekerrürden ibarettir.” diye…
Bilmem ki öyle midir?
Bilmem ama, yine de ben…
Hepimizi kutluyorum en derinden…(!)
                                         Av. Mehmet DURAN

HÜKMETMEK ÜZERİNE-2

HÜKMETMEK ÜZERİNE-2

Yine okuyanlar bilirler ki:
Bundan bir süre önce, “Kur’an Din Devletine Onay Vermez” başlıklı bir makale kaleme alarak, fazla da detaya girmeden işin temel noktaları itibariyle aynı başlıkta geçen belirlemeyi özellikle Kuran’sal, dinsel ve tarihsel açılardan kanıtlayıcı açıklamaları ortaya koymuştuk.
Devamı günlerin birisinde, okuyucularımızdan biri bu yazımıza dair aşağıdaki soruyu sordu. Biz de devamındaki cevabımızı verdik kendisine. Aynı soru ve cevabının devamı bölümlerini sizlerle paylaşarak takdirlerinize sunuyoruz bu kez de…
Soru: “Sevgili Mehmet Duran Bey!
Biliyorsunuz, Maide Süresi 44. ayette meal olarak; “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridirler!” buyurulmaktadır. Bu durumu, “Kuran Din Devletine Onay Vermez” adlı yazınızın hangi alanında değerlendirmek gerekir? Bunu açıklarsanız sevinirim!
Teşekkür ediyorum… Selamlar…”
Evet, Cevaplarımıza kaldığımız yerden ve  2. maddemiz ile devam ediyoruz:
Cevap/2- Aynı cümleden olarak önemle belirtmek isterim ki, “hükmetmek” kavramının, halkın yönetimi anlamındaki egemenlik erkinin kullanımıyla olan ilgisi, devletlerin kendi milletlerini yönetirken, onun değerlerini (ki din içindedir) dahi özenle itibara alması gerekliliği bakımından olsa gerektir. Sorduğunuz sorudaki ilişkiyi ben, bu son cümlem ve anlata geldiğim kadarıyla sınırlı görüyorum!
Dolayısıyla, soru yöneltilirken, soru ve beklenilen cevaba yüklenilen anlam gayet dar ve yetersizdir. Nitekim, yukarı 1. maddedeki açıklamalarımız da nazara alınırsa eğer, bildiğiniz gibi “hüküm, hükmetmek” kavramının devleti yönetmek, daha doğrusu devletin yürütme erkini kullanmak, hatta emretmek anlamandan hem daha farklı, hem daha kapsamlı ve güçlü, başkaca anlamları ile uygulama alanlarının mevcudiyeti açıktır.!
Örneğin: Yargısal hüküm, olgusal hüküm, yasa/ kader (hesap ve ölçülülük) ve benzeri daha nice anlamlar… Kaldı ki, halka dirlik (devlet) sağlama organizasyonunun anlamı, hükmetme yönündeki anlamıyla, yani yürütme erki ile sınırlı olmayıp, yasama ve yargı gibi başkaca erkleri de içinde barındırdığı açıktır. Bu durum bile, bahse konu ayet üzerinde yapılan anlam daralmasını hem göstermekte, hem de bu daraltmanın mahsurlarını ortaya koymaktadır!
Sonuç Olarak:
- ”Hükmetmek” kavramını halkın, daha doğrusu  milletin egemenliği demek olan siyasal iktidar kavramına indirgeyip daraltmak işin icabına uygun ve doğru olmasa gerektir.
- Aynı şekilde “Allah'ın hükmü”  kavramını dahi izah ettiğim üzere dar anlamamalıyız!
Doğrusu böyle yapmanın mahsurları ile vebali oldukça ağır olsa gerektir. Bunların takdiri ise elbet sizlerindir!
Cevap/3- Durum bu olunca, Maide Suresi 44. ayeti böylesine dar anlamak büyük bir yanlış olsa gerektir. Ve büyük bir yanlışa, dinin siyasal ikballer ve vs. çıkarlar adına kullanılmasına çanak tutmak olsa gerektir. İnsanlarımızın, bizzat Kuran-i bir kavram olan “Allah ile aldatmak” olgusunun pençesine bırakmak anlamana gelse gerektir. Fitne ve fesada yol açsa gerektir. Özgürlük ortamının bozulması konusuna da çanaklık etse gerektir.
Kaldı ki, Kuran’ın toplumlardan beklemekte olduğu özgürlük ortamı, inanmamayı  ve günah işleyebilmeyi de sağlamalıdır. Bu ise dünyasal sınav ortamının gereğidir.
Cevap/4- Nitekim Küfür kelimesinin gerçek anlamının, gerçeklerin örtülmesi olduğu nazara alınırsa, hüküm” ve “hükmetmek” kavramlarının sair anlamlarının üzeri örtülerek, gerçeklerin görülmesinin özellikle kasıt içerir biçimde engellenmesi, böylece de bu kavramın sırf, halka ait olan siyasal egemenlik kavramı ile eşitlenip bu derece daraltılmasının konum ve anlamı çok tartışmalı, çok nazik bir hal alır.
Hatta bu durum, bırakın devletsel açıyı, dinsel açıdan dahi çok oldukça ağır sorunlara gebe gibidir. Küfre girme anlamındaki gebelik yani…!
Daha açık söylemek gerekirse:
Sözü edilen bu anlam daraltması gerçeklerin tam olarak görülmesini engeller. Hatta gerçeklerin çarpıtılmasına olanak sağlar. Bu durumda, bu engelleme küfür anlamına gelebilir. Çünkü böylece devletlerin dinleri kendi çıkarlarına kullanma kapısı da aralanmış olur. Yukarı 3. maddede andığımız mahsurlar tamamen gün yüzüne çıkar. Günümüz Türkiye’sinde de görüldüğü gibi!
Öyleyse, “Allah’ın hükmüyle hükmetmek” demek, aynı zamanda bilimsel bilgiyle de hükmetmek demek anlamında olacaktır! Dolayısıyla Maide Suresi, 44. Ayeti de, “Kuran Din Devletine Onay Vermez” başlık ve içerikteki yazımızın bir kanıtı olarak görmek, sanırım daha doğru olacaktır!
Saygı, sevgi ve muhabbetle… Ve Allah'a emanet kalın efendim...
                                                                        Av. Mehmet DURAN

HÜKMETMEK ÜZERİNE-1

           
HÜKMETMEK ÜZERİNE-1

            Okuyanlar bilirler:
Bundan bir süre önce, “Kur’an Din Devletine Onay Vermez” başlıklı bir makale kaleme alarak, fazla da detaya girmeden işin temel noktaları itibariyle aynı başlıkta geçen belirlemeyi özellikle Kuran’sal, dinsel ve tarihsel açılardan kanıtlayıcı açıklamaları ortaya koymuştuk.
İleriki günlerin birisinde, okuyucularımızdan biri bu yazımıza dair aşağıdaki soruyu sordu. Biz de devamındaki cevabımızı verdik kendisine. Aynı soru ve cevabının ilk kısmını sizlerle paylaşarak takdirlerinize sunuyoruz şimdilik. Devamı inşallah bir sonraya…

Soru: “Sevgili Mehmet Duran Bey!
Biliyorsunuz, Maide Süresi 44. ayette meal olarak; “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridirler!” buyurulmaktadır. Bu durumu, “Kuran Din Devletine Onay Vermez” adlı yazınızın hangi alanında değerlendirmek gerekir? Bunu açıklarsanız sevinirim!
Teşekkür ediyorum… Selamlar…”
Cevap: Değerli Kardeşim!
Sorunuza dilimin döndüğü, aklımın erebildiğince bazı açıklamalar yapmak arzusundayım.
Sırayla bunlar:
Cevap/1- Ayet içeriğinde geçen Allah'ın hükmü/ hükümleri” kavramını sadece Kuran hükümleri ile sınırlı saymak hem yanlıştır, hem de kesinlikle eksiktir. Biliyorsunuz Cenabı Allah hükmünü/ hükümlerini yada ayetlerini, yani işin kaderini tüm evrene yazmıştır.
Bahsini ettiğimiz bu ifade Kuran'ın ifadesidir. Nitekim; “ayet = kanıt, delil” demek olduğuna, bu deliller aynı zamanda birer hükmü de ifade etmiş bulunduklarına göre, Cenabı Allah’ın hükümlerini sırf Kuran-ı Kerim’de geçen hükümlerle/ delilerle sınırlı sanmak yanlış ve eksiktir.
Evrene yazılmış olan bu hükümler ise bilimsel bilginin de bulguları olan C.Allah’ın sonsuz ilminin yansımaları olan tabii, sosyal ve vs. kanunlardır. Kuran’a göre bu kanunlar esasen “kader” demek anlamındadırlar da…! Nitekim tüm oluşlar bu yasalara/ kaderlere göre ve neden sonuç bağıntısı içinde sonuç bulmakta, sonuca kavuşmaktadırlar.
Buradan çıkaracağımız sonuç şudur ki; bilimsel bilgi dahi, hatta daha açık söylemek gerekirse, bilimsel bilgiler de Cenabı Allah’ın ana ve asıl hükümlerindendir.
Bu dediğimizin tersi de doğrudur: Yani Kuran’ı Kerim’deki tüm bilgiler/ hükümler de aynı şekilde ve tamamen bilimsel bilgi, kanıt ve hükümlerdirler!
Bu nokta itibariyle kesinlikle dogmatiklik yoktur. Kuran için “doğma” diyenler, örneğin suyun kaynamasına dair olan yasanın uygulanma sonuçlarının ortak şartlar altında değişmezliğine ne diyeceklerdir? Bilimsel bilginin deneyleri tecrübe edilirken tesadüfi yöntemle belirlenmek suretiyle mutlak doğru olarak kabul edilen merkez noktasının tespitindeki yönteme ne diyeceklerdir?
  Dolayısıyla gerçek bilimsel bilgi anlamındaki gerek tabiat, gerek sosyal ve gerekse sair tüm yasalar “C.Allah'ın hükmü” cümlesi içerisindedir!
Ve hatta Cenabı Allah Toplumlara din yoluyla değil, tabii ve sosyal yasalar yoluyla müdahale etmektedir daha çok. Ve toplumlardan özgür ortamlar beklemektedir. İşi zaten kaderlemiştir aynı zamanda. Öyle ya, everende kurulu olan zıtlık ile sağlanan dengeyi tutturamayan toplumlar yıkılmaya yok olmaya mahkum kalırlar.
Bunu örneklemek gerekirse eğer:
Erdem de dip yapsa, erdemsizlik de dip yapsa bir toplumda, dip tepkime ile geri dönüşümü başlatamayan toplumlar çökerler. Dip tepkimesiyle döşümü gerçekleştiren toplumlar ise zıtlıkta birlik içinde sağlanacak kadersel bir dengeye oturmuş olurlar!
Andığımız bu anlam itibariyle iyi bilinmelidir ki, dünyasal yaşam tarzı, erdemsellikler açısından sonsuzluk biçiminde kaderlenmiş bir yaşam tarzı ve ortam değildir. Zıtlıkla kurulan denge üzeredir çünkü. Zıtlıkla kurulacak dengede ise, erdemlilikle erdemsizlik at başı gibidir çünkü. İyilikle kötülük kardeştir çünkü. Ayrıca vazgeçilmez ve elzemdir çünkü…
Anlatmaya çabaladığım bu durum, dediğim gibi C. Allah Tarafından kaderlenmiş, yani yasalaştırılmış bir durumdur. Ve illa sonuç icra eder. Cenabı Allah toplumlara bu türden yasalar, yani hükümler ile müdahale eder daha çok. Yoksa din, yani kitabi din yolu ile değil.  Nitekim din, toplumlardan ziyade kişilere özgülenmiştir.
Demek ki Cenabı “Allah’ın hükmü” kavramını böylesine, hatta daha da geniş anlamak ve uygulamak durumundayız. Şu halde bu açıklamalardan bile anlaşılacağı gibi “Allah’ın hükmüyle hükmetmek” demek, aynı zamanda bilimsel bilgiyle de hükmetmek demektir!
Bu ve aşağıdaki gerçekler ise bize, bilimsel bilgiye dayalı, eşyanın tabiatı, halin gereği ile uyumlu, ortamın özgür olduğu, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletini işaret eder.
NOT: DEVAMI VAR!
                                  Av.Mehmet DURAN

KUR’AN, DİN DEVLETİNE ONAY VERMEZ!

             KUR’AN, DİN DEVLETİNE ONAY VERMEZ!
                   
            Bu yazımıza iddialı ve ezber bozan bir başlık attık!
Attık ve her ortamda başlıktaki bu cümlenin arkasındayız; arkasında duracağız!
Evet, gerçekten de din devletine Kuran asla onay vermez! Bu konunun detaylarını tartışmak bu makalenin sınırlarına sığmaz! O nedenle sadece konunun Kuran-sal ve tarihsel anlamdaki birkaç ana başlığına işaret etmekle yetineceğiz şimdilik!

            -Kuran kimseyi kendisine inanmaya ve önerdiği gibi yaşamaya kesinlikle zorlamaz! Herkesin inanç ve ibadet biçimi kendisinedir!
            Hemen eklemeliyiz ki Kuran’a göre cennete gidilme, daha doğrusu gerek dünyasal, gerekse ahretsel anlamda gerçek mutluluk ve kurtuluşa erme yolu sadece ve sadece kendisine uyulmakla olmayıp, belirli şartlarla başkaca din mensuplarının da cennete gidebilecekleri, mahzun edilmeyecekleri biçiminde olduğu çarpıtılmaya kalkılsa da apaçıktır aslında. (Bakara Suresi: 62, Maide Suresi: 65, 66, 68 ve 69, Hac Suresi: 17. ayetler vb.)

            -Kuran’ın amacı insanlara doğru yolu göstererek onları gerçek kurtuluş ve mutluluğa taşımaksa da bu hedefi insanlık âleminin tamamına, hatta belirli bir toplumun bütününe dönük değildir! Bu durum dahi bize açıkça gösterir ki devletlerin dini olmaz. Kişilerin dini olur. Durum bu olunca zaten, gerek dinlerin ve özellikle Kuran’ın bu yöndeki hedef ve uyarıları, sadece ve sadece fertlerin bizzat kendilerine özgülenmiştir! Elbet bu özgülenmenin kişinin yaşam tarzının tamamına dönük olduğunu da bilmek durumundayız. Çünkü, yaşam tarzı = din demektir.
Öyleyse kimse kimsenin yaşam tarzına müdahale edememesi, onu farklı yaşam tarzlarına zorlayamaması gerekir. Bu durum dinimizin de, demokrasinin de, hayatın doğalının da, devlet organizasyonun ortaya çıkışının da gereği ve temelidir. O halde devletin bu durumu temin etmesi gerektiği gibi, kendi vatandaşları arasındaki her türlü yaşam tarzına = dine eşit mesafede bulunması da lazımdır.
Bu noktada, laikliğin bir devlet yönetim biçimi olduğu halde, “hayat tarzıdır” diye dayatma yapanlara da, bir göndermede  bulunmak isterim!     

            -Durum bu olunca hemen belirtelim ki:
Allah, Kuran-sal olarak toplumlara din yoluyla müdahale etmez! Onlara tabii ve sosyal yasalar (tabiat yasaları=kader) yoluyla müdahale eder! Bu ise “zıtlıkta birlik” ve buna dayanan denge yasasıdır! Toplumlar, dolayısıyla devletler faraza; iyi ile kötüyü, olumlulukla olumsuzluğu dengelemek durumundadırlar. Bunu dengeleyemeyen toplumlar yıkılıp yok olurlar. Konunun gereği ve kaderi budur.
            Allah toplumlardan, dolayısıyla devletlerden sadece ve sadece özgür ortamlar bekler. Özgür ortamlar bekler ki kişiler için sınav ortamı oluşabilsin. Öyle ya; günahın bile işlenebileceği ortamlar olmalıdır bir toplumda. Aksi, dünyasal sınav ortamına aykırıdır!
  
            -Hem asla unutulmamalı ki; dünya üzerindeki reel durum ve yaşanmışlıklar Allah’ın nihai onayının ürünüdürler! (Yaşanmakta olan dinsel ve devletsel olgularla vs. benzerleri…)

-Hiç hatırdan çıkarılmamalı ki; Allah ile kul arasına kimse giremez. Bu girmeye kalkış doğrudan doğruya şirk, yani Allah ile kul arasına ortaklar ve aracılar sokmaktır. Bu durum, Kuran’ın en ciddi savaşım alanlarından birisidir!
Kuran’a göre, dinsel  anlamda kural koyucu sadece ve sadece Allah’tır!
            Dolayısıyla Kuran-i İslâm’da şeyhlere, müritlere, tarikat liderlerine falan yer yoktur. Adı her ne olursa olsun, özellikle sahte ve gizlenik Peygamberlere asla yer yoktur!

-Peygamber Efendimiz tarafından Yesrib=Medine’de kurulan “Medeni Devlet’in” temelleri, Kuran hükümlerine değil, tarihin kaydettiği ilk toplumsal sözleşme olan “Medine Vesikası’na” dayalıdır! Ve kurulan devletin vatandaşları, sadece Müslümanlardan ibaret değildir! Nitekim Efendimizin yaptığı savaşlara, O’na yardımcı olarak katılanların hepsi de böyledir!
Kendisinin Devlet Başkanlığı Kuran-i bir emir olmayıp, eşyanın tabiatı gereği ve O’nun kişisel liderlik vasıflarının neticesidir. Ve kul yönü ile ilgilidir daha çok…!
Bu arada; kral Peygamberler olduğu gibi, ilâhlık iddiasındaki kişilere vezirlik yapan Peygamberin, hatta devlet işlerine asla bulaşmayan halktan Peygamberlerin de olduğunu söylemek durumundayım sizlere.

-Sonuç olarak Kuran toplumlara anayasa olarak değil, kişilere dinsel bir öneri olarak gelmiştir! Hem de en son ve en mükemmel bir öneriler silsilesi… Kesinlikle bir devletin anayasası biçimine indirgenemez!
Dolayısıyla Kuran, dinin başka, devletin başka olgular olduğunu haykırır gibidir her yerinde! Kuran’ı, daha doğrusu ilahi anlamdaki dinsel kitapları anayasalaştırmak isteyenler, devlet idarecileri, egemenler ve O’nu kullanarak çıkar sağlamak isteyenlerdir her zaman için! Kuran’ın kendisi asla böyle bir şeye talip olmadığı gibi kesinlikle onay da vermez!.
Durum bu olunca; Kuran’ı herhangi bir devletin anayasası gibi görmek ve göstermek isteyenler doğrudan doğruya ve bizzat Kuran ile çeliştikleri kanısındayım açıkçası!
Bu anlamada yapacağım önemli açıklama şudur ki: Millete devlet (dirlik) sağlayıcı her organizasyon, gerek yönetimsel, gerek hukuksal, gerekse yasal vb. alanlarda kendi vatandaşlarının değerlerini itibara alması gerekir. Bu durum işin doğasında mevcuttur ve tabii bir durumdur!

-Netice olarak “Dinin başka, devletin başka” olduğunu iyi bilelim! Durumu karıştırıp kullananları mutlaka görelim!
Gerçek bir Kuran takipçisi, devletin laik olması gereğine, dininin de apaçık bir emri olduğunu bilir, buna inanır ve uygular! Bunu böyle bilelim! Hepimiz bunun bilinciyle hareket edelim!
Dinimiz Kuran-i ve evrensel bir İslâm…
Devletimiz laik bir düzen olsun efendim!
                                           Av. Mehmet DURAN

10 Ekim 2010 Pazar

YARGI, YÜRÜTMENİN GÜDÜMÜNE GİRDİRİLMEYEBİLİR!



Av. Mehmet DURAN

            Biliyorsunuz Anayasamızda değişiklik yapan yasa, geçtiğimiz 12 Eylül 2010 Pazar günü referanduma gitti ve katılanların  % 58 evet oyu ile kabul edildi.
            Ben bu aşama itibariyle bu oyların ne şekilde elde edildiği üzerinde durmak istemiyorum! Sadece bu neticenin ülkemize hayırlı olmasını dilemekteyim. Dilemekteyim ama ne yazık ki bu değişiklikler içinde şer çıkarmaya aday iki ciddi konu var maalesef! Ki, ülkemizde oldukça vahim sonuçlar oluşturabilecek mahiyettedirler! Bunlar da, gerek HSYK, gerekse Anayasa Mahkemesinin yapısının değişecek olması konularıdır.  
            Malum olduğu üzere modern demokrasilerin olmazsa olmazı, yasama, yürütme ve yargının birbirlerinden bağımsız olmalarıdır. Esasen yasama ile yargı, yürütmeyi yani hükümetleri millet adına sınırlandırmak için vardır. Konumu gereği yürütme her zaman için zaten güçlüdür çünkü! Durum bu olunca bu iki gücün, yürütme tarafından esir alınmasının sakıncalarını söylemeye bile gerek yoktur! Böyle bir devlet düzeni diktatörlükten başkası değildir.
             Ülkemizin en ağır sorunlu kurumlarından birisi maalesef, yargı gücünü kullanmakta olan kurumlarımızdır! Ne var ki bu sorunun giderilmesi, yargıyı yürütmenin emrine sokarak öldürmek suretiyle olmaz! Tam aksine, her bakım ve yönden bağımsızlaştırılarak, sadece hukuka bağımlı kılarak, bunun için de, kendi iç denetimini güçlendirilerek çözülür. Yukarı paragrafta andığımız diktatörlük yoluyla değil…!
            Ülkemizde yasamanın, yürütmenin güdümüne girmiş olduğunu kabul etmeyen hemen hemen yok gibidir. Durum bu olunca yasamanın ve yasamaya bağlı kurumların, gerek HSYK, gerekse Anayasa Mahkemesi’ne seçecek olduğu yeni üyelerin yürütmeyi temsil eder hale gelecekleri her aklın kabul edeceği bir gerçektir. Bu ise yürütmenin, yargıyı dahi esir alışı demek olacaktır!
Bu durum ise evrensel ilkeler başta olmak üzere, Anayasamızın temel ilkelerinden olan “Hukuk Devleti İlkesine” açıktan açığa aykırıdır! Öyleyse bunun olmaması için acil çare gerekmektedir. Ortam sadece mevcut AKP iktidarının inisiyatifine bırakılamaz. Ayrıca mevcut hükümet ve iktidar dahi bu yükü kendi başına kaldıramaz. O nedenle yeni bir uzlaşı ve ortak bir çare ile bu çarenin arayışı şarttır! Çare nedir?
Benim aklıma iki aşamalı bazı çareler gelmektedir! Bunlar:


            1-Bu değişiklikler kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiş olduğuna göre, HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin oluşumunu/ yapısını değiştiren bu iki konu, ayrıca Anayasa mahkemesine yüklenmek istenen “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi” rolü ile vatandaşın doğrudan aynı mahkemede Anayasaya aykırılık iddiasıyla dava açma konusu,“Hukuk Devleti İlkesine” aykırı oldukları nedeniyle iptalleri için Anayasa Mahkemesi’nde yeniden ve derhal dava açılmalıdır! Bu davanın sonucunu şimdiden tahmin etmek olası değildir!
Lakin ikinci aşama itibariyle bir kısım önerimiz daha vardır ki oldukça önemlidir!


            2-Bilindiği gibi HSYK ve Anayasa Mahkemesi’ne yeni seçilecek üyelerin seçim biçimi yeni çıkarılacak bir yasa ile belirlenecektir. İşte bu yasa çok önemlidir. Bu yasanın “Hukuk Devleti İlkeleriyle” bağdaşır biçimde çıkarılması ortaya çıkabilecek olan soruları çözebilir! Öyleyse bu yasaya göre:


            a-Yeni seçilecek üyelerin seçimi için TBMM’de nitelikli çoğunluk aranmalıdır. Bu, iktidar parti yada partilerinin başka partilerle uzlaşmasını adeta zorunlu kılacak bir çoğunluk olmalıdır! Ki, yeni seçilecek üyeler yürütmenin güdümüne girebilecek üyeler olmasınlar; olamasınlar!

            b-Yasa dediğimiz şekilde çıkarılmaz da, alelade bir çoğunluk ile bahse konu seçimin gerçekleştirilme kapısı aralanırsa, böylesi bir yasa ile gündeme gelecek ve böylesi bir uygulamanın Anayasamızın “Hukuk Devleti İlkesine”aykırılığı nedeniyle iptali dava edilmeli, bu davada yürütmenin durdurulması da istenmelidir! Muhtemelen böyle bir yasa iptal edilecektir!

            Yukarıdaki önerilerim oldukça ciddi ve önemlidir.
Çıkması muhtemel ağır sorunları çözücüdür!

            Bu nedenle, ilgililer ve kamuoyunun önemle dikkate alması gereken önerilerdir! 

            Devletimiz daim, sair ilkelerle birlikte gerçek bir “Hukuk Devleti” de olsun Efendim!