21 Ekim 2010 Perşembe

HAYRETTİN KARAMAN’A REDDİYE-3

HAYRETTİN KARAMAN’A REDDİYE-3

            Biliyorsunuz Emekli İlahiyat Profesörü ve Yeni Şafak Gazetesi Köşe yazarı Sayın Hayrettin Karaman’ın http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=15.10.2010&y=HayrettinKaraman Internet adresinde de yayınlanmış bulunan makalesinde, İslâm’ı kendisi gibi anlamayanları “cahil ve cüretkâr” ilan etmesi, “dindarlardan başı açık olanların, işin aslında başlarını örtmek istediklerini ancak mahalle baskısına benzer bir devlet baskısı nedeniyle örtemedikleri” biçimindeki iddiası ve AKP iktidarını türban konusunda kimseyle uzlaşmaması yönünde kışkırtması üzerine, kendisine reddiye biçiminde ve seri halinde makaleler yazıyorduk.
Bu defa da bunlardan 3.süne, http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=434365 Internet adresinde tanıtımı bulunan, ”Çürüme” adıyla yayınlanmış aynı kitabımızın kapağı altındaki “Kördöğüşü” adlı çalışmamızın, “Türban Muaviye’nin Mızrağının Ucundaki (Mushaf Sayfaları Gibi) Olmasın!”  adlı konudan yaptığımız alıntılarla ve kaldığımız yerden devam ediyoruz:

“Hemen şunu belirteyim ki;
(Dinsel anlamda Ahzap Suresi, ayet: 59 ve Nur Suresi, ayet: 31’den anlaşılması gereken farz olmuşluk, türban (başörtüsü) takılmazsa oradaki farziyetin yerine getirilmemiş olacağı, bu yönde kesin bir zorunluluğun varlığı anlamında değildir!)
 Ahzab Suresi ayet, 59:
“Ey Peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (dışarı çıkmaları gerektiğinde) dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir.”
Bu ayet üzerinde fazla durmayacağım. Sadece, pijama, gecelik veya eşofman benzeri, ev içi yada yatak kıyafetleriyle dışarı çıkıp oralarda gezinenlere bir gönderme yaparak işi bitireceğim. Çünkü bu ayet daha çok bununla ilgilidir.
Şimdi gelelim ikinci ve asıl olarak ele alacağımız ayete:
Nur Suresi 31. ayet aynen şöyledir!
 Mümin kadınlara da söyle, gözlerini korusunlar; Namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler! Örtülerini ziynetlerini gizleyecek şekilde örtsünler.” ……… ”Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar…….”
((Hayrettin Karaman ve benzerlerinin anlayışlarına bakılırsa,) sanki tüm kadınlar deliydi(!) Öyle ya ayaklarını “zıp zıp” diye yere vuracaklar, ziynetleri şangırdayacak, böylece ne taktıkları yada ziynetlerinin nelerden ibaret olduğu başkaları tarafından anlaşılmış olacaktı....(!) Hiç böyle bir şey olabilir mi? Aslında burada sözü edilen husus, kadının cinsel obje olarak teşhirinin yasaklanmasıdır. Bahsi edilen ziynet de kadının göğüslerinden bakası değildir. Demek ki göğüsler örtülmelidir. Daha doğrusu örtme emri, göğüslere ve cinsel obje olarak teşhire dönük bir emirdir. İşin bu noktası tartışmasız ve kesindir aslında)
“…….Ey müminler! Hep birden Allah’a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz.”
Çoğunlukla bazıları bu ayeti bizim yukarıda verdiğimiz biçimde değil de, aşağıda vereceğimiz şekilde anlamlandırmışlardır:
           “Mümin kadınlara da söyle;” ……… “ziynetlerini teşhir etmesinler! Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler.” ………. “Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar…….”

Araştırmalarım sonucuna göre şunu açıkça belirteyim ki; ayetin Arapça orijinal metninde o günün Arapça’sında başörtüsü anlamında kullanılan kelime özellikle kullanılmamış. Ne var ki bu kelimeyi halen tesbit edemedim. Araştırıyorum; bulunca sizlerle paylaşacağım.
İşin daha ötesi, baş veya başörtüsü anlamına gelebilecek herhangi bir kelime de yoktur Ora’da. Başörtüsü sözü kesinlikle yorumdan çıkmaktadır! Dolayısıyla açık ve net bir emir değildir.

Burada (tercih edilerek) kullanılan kelime; “hımar” kelimesidir. Bunun karşılığı kesinlikle başörtüsü olmayıp, genel bir örtüyü ifade eder. Yani o örtüyü masaya örterseniz masa örtüsü, elbise üzerine örterseniz elbise örtüsü, pencere önlerine örterseniz (çeker, veya asarsanız) perde olur. Nihayet başa örterseniz de başörtüsü olur.
Ancak burada önemli bir konu var ki o da:
“Hımar” kelimesi ile Arapça “başörtüsü” demek gerekirse, “hımarürres” denmelidir. Çünkü “res” kelimesi Arapça’da baş demektir.
Demek oluyor ki başın örtülmesi açıkça emredilmiş, açıkça emredilmek istenmiş olsaydı, sadece ve sadece “hımar” sözcüğü tercih edilmeyip, başa vurgu yapılarak ayet içeriğinde “hımarürses” kelimesi kullanılması gerekecekti. Halbuki bu belirleme açıkça yapılmamıştır.
Dolayısıyla ayet içeriğinde geçen örtü ile “başın örtülmesi gerektiğini” söyleyenlerin bu söylemleri, kendi yorumlarından ibarettir. Yorumdan çıkarmaktadırlar yani! Bu husus apaçıktır!
Bu duruma bir başka kanıtımız Maide Suresi 6. ayetteki abdest uzuvlarının tanımlanış biçimi olsun.
Orada, abdest alırken elin dirseklere kadar ve yüzün yıkanması emri ile başın meshedilmesinin yeterliliği yoruma meydan bırakmayacak şekilde açıkça belirlenerek verilmişken ayakların yıkanması yahut meshedilmesi yoruma açık biçimde verilmiştir!
Bu durum karşısında, başın örtülmesi konusunda, ilgili ayetteki ana manâ bir kenara bırakılarak, yine ana manâ yanında zayıf kalan ve yorumdan çıkarılan bir anlam sanki yegane zorunlulukmuş gibi halka dayatılmamalıdır.
(Dayatılmamalıdır; çünkü, aşağıda daha da net izah edeceğimiz gibi bu anlam zorlama bir yorumdur işin esasında.)”
Bunlardan bile anlaşılacağı üzere Sayın Profesör’ümüzün; "Başörtülerinizle yaka ve göğüslerinizi de örtün" mealindeki ayeti, "başınızdan alın da onunla göğsünüzü örtün" şeklinde anlamaya, yorumlamaya çalışıyor.  Biri diğerine "Etekliğinle dizlerini ört" dediğinde bundan "etekliğini çıkar veya aşağıya çek, üst tarafın açılsın, dizlerin örtülsün" manasını anlamak ne kadar absürd ise o anlayış da o kadar saçma! biçiminde buyurdukları türden bir durum da yok ortada! Yaptığı tamamen bir karalamaca!

Anlatı ve alıntımıza devam edeceğiz efendim!
Saygılarımla…
                                  Av. Mehmet DURAN

18 Ekim 2010 Pazartesi

LÜTFEN DİKKAT!

http://anafor.org/haber_detay.asp?id=3779&uyeid=66

HAYRETTİN KARAMAN’A REDDİYE-2


Okuyanlar bilirler, Emekli İlahiyat Profesörlerimizden, Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı Sayın Hayrettin Karaman’ın aynı gazetede yayınlanan ve hali hazırda http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=15.10.2010&y=HayrettinKaraman adlı Internet link adresini açarak okuyabileceğiniz yazısına bir reddiye hazırlayarak yayınlamıştık.
O yazıda http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=434365 Internet link adresinde tanıtımı görülebilecek olan, ”Çürüme” adlı yayınlanmış aynı kitabımızın kapağı altında ve müstakil konumlu “Kördöğüşü” adlı çalışmamızın, “Türban Muaviye’nin Mızrağının Ucundaki (Gibi) Olmasın!” ana başlığından bazı alıntıları da kendisine cevap olarak sunacağımızı belirtmiştik.
Ancak hacim darlığı nedeniyle konuyu ileriye bırakmıştık.
Fakat hem bu konuyla ilgisi, hem de ortaya çıkan gelişmeler karşısında, http://halk-ve-hak-icinozgur-kursu.blogspot.com/2010/10/fuze-kalkaninin-turbani.html adlı kendi Internet blok sayfamdan açılarak okunabilecek olan “Füze Kalkanı Türbanla Örtülüyor!” başlıklı yazımızı yayınladık.
Bu defa ise yeniden ve kaldığımız yerden alıntımızla devam ediyoruz!
Ediyoruz çünkü Sayın Hocamız o yazısında, kendisinin inandığı tarzda inanmayan Müslümanları dışlamakla kalmıyor, cahillik ve cüretkarlıkla itham ediyor, kaynak göstermeden iftira kokan suçlamalarla karşı görüşün insanlarına saldırıyorlardı.
Hatta “dindarlardan başı açık olanların, işin aslında başlarını örtmek istediklerini ancak mahalle baskısına benzer bir devlet baskısı nedeniyle örtemediklerini” iddia ediyordu.
Bu açıklamalardan sonra, alıntımıza geçebiliriz sanırım artık:

““İnancı gereği başını örtenler” lafı ayrıca teknik ve mantıksal olarak da yanlıştır. Aldatmaca bir tabirdir. Ülkemizde tartışmaya neden olar bu konu kesinlikle inancın gereği olmaktan ziyade bir siyaset konusudur. O nedenle “inancı gereği” lafı havada kalmaktadır. Bu konu kesinlikle, işi bayraklaştırma meselesidir. Bilgi kirliliği yaratılmak ve konu maniple edilmek suretiyle iş kotarılmaya çalışılmaktadır.
Acaba başını örtmeyenler inançsız mıdırlar? Veya Müslüman olduğu halde, Kuran’ın böyle bir emri olmadığını değerlendirenlerin durumu nedir?  Onlar din dışında mıdırlar? İnkarcı mıdırlar? Peki “Evet, öyle!” diyorsanız, bunca mezhep ayrılıkları nereden çıkmaktadır? Herkes her konuyu aynı şekilde mi anlayacaktır yada anlamıştır?
Bu sorulardan ikincisinin cevabı kocaman bir “Hayır!” dır. Mezheplerin ortaya çıkışı ise yorum farkındandır. Dolayısıyla işin ameli, yani eylemsel boyutlarını bir kenara bırakın, Mezheplerin inançsal konularda dahi fikir ve yorum ayrılıkları vardır.
Bu durumda kimin kimi “Din dışındadır.” ilan etmeye hakkı vardır? Buyurun işte, bu kitapta biz de bazı temel konulara, örneğin “kader” konusuna çok farklı bir yorum ve açılım getirdik! Diyanetin anlatısını reddettik! Şimdi biz din dışına mı çıktık? Hiç böyle bir şey kabul edilebilir mi? Elbette edilemez!
Tam tersine biz büyük bir hizmeti yerine getirdiğimize içtenlikle inanıyoruz! Büyük bir umutla, Allah’tan ödül bekliyoruz!
Yeniden ele aldığımız söze dönecek olursak sarınırım ki, “Başını örtmenin, farz olduğuna inananlar.” demek gerekecektir! Bu ifade daha doğrudur. Çünkü ülkemizde başını örtmenin farz olduğuna inanlar olduğu gibi böyle bir farzlığın olmadığına inanalar da vardır.
Aynı konuda bu insanlar; “Başı örtmenin farz olduğu biçimindeki kabul, yorumdan çıkmamaktadır! Böyle bir farz olsa bile bir Müslüman’ın vatandaşı bulunuyor olduğu devletin yasalarına uyması da farzdır. Hem de yorumdan çıkmayan  açık bir farzdır.” diyorlar!
Kabul edelim ki; “Farz ise de ne yapalım? Allah affeder! aç mı kalayım?” diyen ve bu durumun ızdırabını çekenler de vardır ülkemizde. Ve bu meseleyi siyasi, ticari, vs. bir çok alanda  bayraklaştıranlar da…!
Örnekleri artırmak mümkündür. Ancak bu örnekler maksadın anlaşılmasına yeterlidir.
Bu cümleden olarak söyleyeceğim son sözler şunlardır:
Başlarınızı örtmenin farz olduğuna inanıyorsanız, bu farza uymak gereği duyuyorsanız başlarınızı örtünüz! Ancak örtünüzü hiçbir yerde ve ortamda bayraklaştırmayınız. Özellikle başörtüsünün siyasette kullanılmasına asla izin vermeyiniz! Ayrıca devletinizin kurallarına uymaya da aynı özeni gösteriniz. Çünkü ona uymak da farzdır. Lütfen dengeyi bulunuz. Türban konusundaki yürüttüğünüz mücadele siyasi bir mücadeledir; bunu unutmayınız. Lakin sizlerinde siyaset yapma hakkınızın bulunduğunu da biliniz! Bu mücadelenizi o çerçevede yürütünüz. Din üzerinden değil…!
Bu konudan çıkar sağlayanlarla bağlatanlar devreden çıkarsa eğer, sanırım hiçbir sorun kalmayacaktır!
            Naçizane olarak ben de başın örtülmesi konusunda kesin bir farzın veya mecburiyetin olmadığını değerlendirenlerdenim. Bu açıdan olmak üzere, türban konusuna dayanak edilen “Ahzab Suresi” 59. ayet ile “Nur Suresi” 31. Ayetin anlamını aşağıya alalım, üzerinde biraz kafa yoralım:”
            Yoralım ama bu işi bundan sonraki makalemize bırakalım!
            Ve cahil, cüretkar, daha da öte İslam dışı mıyız gerelim?!
                                                      Av. Mehmet DURAN

17 Ekim 2010 Pazar

FÜZE KALKANI TÜRBANLA ÖRTÜLÜYOR

         FÜZE KALKANI TÜRBANLA ÖRTÜLÜYOR


          “Saftiriğin teki olduğumu”, söyler dururum hep? 
Öyle ya; “düğün değil, bayram değil;” (durup dururken) “niye öptü eniştem beni”?
Tuttuk bir de;
Bu türban ve lâiklik konusunda, yazılar yazdık onca…!?
Yine de boşuna değil bunlar bence!
Lâkin işin aslını yeni kavradık; yenice?
Nitekim şu an itibariyle fiilen de hukuken de türbanı üniversitelerimize sokmak olanaklı değildir!  http://anafor.org/haber_detay.asp?id=3735&uyeid=170 link adresinde yayınlanmış olan “Türban Sorunu Çözüldü (!)” adlı makalemizde de belirttiğimiz gibi bu mesele, YÖK Başkanı’nın bir talimatıyla çözülüverilecek iş olmasa gerektir! Bu sorunun çözüm şekli de…
 Gerek http://anafor.org/haber_detay.asp?id=3752&uyeid=170 link adresindeki “Mucit Profesör”, gerekse http://anafor.org/haber_detay.asp?id=3757&uyeid=170 link adresinde da yayınlanan “Hayrettin Karaman’a Reddiye” başlıklı makalelerimizle yanıtlamaya çabaladığımız çığırtkanlıklarla yandaş basında dalgalandırılan türban bayrağı niyedir?
Neyedir öyleyse?
“Zalim Amerika”, “iki yüzlü Avrupa”, “bin bir surat Yahudi” ve içerideki “işbirlikçi dincilerle” sair yandaşları işbaşındadır çünkü!
Ve zararından başka ülkemize hiçbir hayrı olmayacak olan Amerikan füze kalkanlarını güzel vatanımıza konuşlandırmaya çalışmaktadırlar. Böylece komşu ülkelerle aramızı daha da açmaya, bizi hedef tahtasına oturtmaya uğraşmaktadırlar!
Ve işin devamındaki fiili esaret zincirleri ile zincirlemeye bizi…
Durum bu olunca, ülkemizde dikkatleri başka yöne çekmenin, karşı direnci kırmanın özellikle samimi dindarların desteğini almanın yolu “türban meselesini” kaşımaktan, daha doğrusu onu Amerikan füze kalkanlarına ve işin devamına örtü yapmaktan geçmektedir! Yoksa maksat bu konuyu çözmek falan değildir! Çözüm yolu da bu değildir!

Ey kardeşim, uyan…! Uyan da:
Yetsin artık türbanını, baş örtünü kullandırdığın!
Yetsin artık dinini kullandırdığın!
Yetsin artık manevi değerlerini kullandırdığın!
Yetsin artık iyi niyetinle safiyetini kullandırdığın!
Yetsin artık maddi değerlerini kullandırdığın!
Yetsin artık sen örtüler altında yatırılırken vatanının bunca olanaklarını sattırdığın!
Bu defe da türbanını, Amerikan Füze kalkanına,
Ve işin devamına örtü yaptırma!?
            ****************
Her zaman yazar, söylerim:
İyi bil ki küfür; gerçekleri örtmek, halk tarafından görülmesini engellemek demektir!
Aziz kardeşim! Lütfen…!
“Akıl var; yakın var…!?”
Rica ediyoruz; yalvarıyoruz…
Başörtünü küfre alet ettirme!
Sonsuz maneviyatını,
Yıllardır döktüğün kanı,
Ve bu kutlu vatanı,
Çiğnettirme!
Bir Müslüman böylesine aymaz olmaz; unutma!
Ve vatanseverler…
Askerimizin başına çuval geçirenlerle geçirtenler,
Hepimizin başına, türban geçirecekler…!
Unutma…!
            ****************
“12 Eylül 2010 Anayasal Referandumu” biliyorsunuz ki andığım bu durumlar gerçekleşsin adıyla yapılmadı. Fakat görüyoruz ki; “takke düştü; kel göründü!” Ve andığımız bu konu ile devamının gerçekleştirilebilmesi yönünde kullanılıyor! Bu anlamda, “Küresel Kapitalist Sömürü Düzeninin (Siyonizmin)”  adamlarıyla içimizdeki işbirlikçilerinin nasıl da hoyratlaştığına dikkat ediniz lütfen!

İyi bilsinler ki ama:
Özellikle; Cumhuriyetimizi kuran o kutlu ecdadın kanını “damarlarında taşıyan insan” bitmedi daha ülkemizde!
Ve “en son ocak sönmedi” daha…!
Yüce Milletime Saygılarımla…!
                                                 Av. Mehmet DURAN

16 Ekim 2010 Cumartesi

ÖNEMLİDİR!

Lütfen Aşağıdaki Linki
TIKLAR MISINIZ?

http://anafor.org/haber_detay.asp?id=3760&uyeid=83

HAYRETTİN KARAMAN’A REDDİYE-1

              Emekli İlahiyat Profesörlerinden Yeni Şafak Gazetesi köşe yazarı, Sayın Hayrettin Karaman’ın aynı gazetenin 15 Ekim 2010 günlü sayısında yayınlananBaşörtüsü temalı eski hikaye” adlı makalesini irdelemek, aynı makalede öne sürdüğü görüşlerle ilgili bir reddiye yazmak arzu ettim bu defa:
            Yazıyı okumak İsteyenler, http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=15.10.2010&y=HayrettinKaraman adresli linki açarak bu yazıyı okuyabilirler. Ancak ben yine de Sayın Profesör gibi davranmayarak, yazının kısa bir özeti ile geri kalan kısmının alıntısını sunacağım burada.
Sayın Karaman’ın makalesine, üçüncü paragraf giriş cümlesinden sonrasına kadar ciddi bir itirazım olmayacaktır. Hatta katılacağım çoğunlukla! Çünkü yazının bu bölümlerinde “lâiklik” çevresinde kavga ederek, yıllardır milletimize kan kaybettiren gerek “dinci”, gerekse “lâikçi” çevreleri kısmen tespit ve teşhis ederek, zararlarına işaret eder bir havadadırlar!
Ne var ki üçüncü paragrafın hemen başlangıcından sonra işin rengini değiştirmekte, kavganın ana taraflarından, hatta mimarlarından olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Dolayısıyla  yazsısının bundan sonrasına ciddi itirazlarımız olacaktır!

            Sayın Profesör buyuruyorlar ki orada:
            –yalnızca üniversite öğrencileri için- yasağın kalkması din hürriyetini sağlamıyor ve başörtüsü mağdurlarının yarasına merhem olmuyor; yani mesele çözülmüyor.” ……….. “bu yarım çözüm, bu "mış gibi yapmak" mağdurları ve dindarları üzüyor, öncüleri hakkındaki zanları iyiden kötüye çeviriyor. İktidar da bunu görmeli ve tekrar oyuna gelmemeli, köklü çözüme yanaşmayanlarla u(z)laşmamalı, çözümü yeni anayasaya bırakmalıdır.” .......

            …… “Kendileri Kur'an dilini bilmeyen, ilahiyat tahsili görmemiş ve özellikle usul okumamış bazı yazarların ve çizerlerin "başörtüsünün dindeki yeri" konusunda ahkam kesmeleri hanelerine yazılacak ayıp ve kusurdan başka bir sonuç doğurmaz.
            Adama bakar mısınız!?
            "Başörtülerinizle yaka ve göğüslerinizi de örtün" mealindeki ayeti, "başınızdan alın da onunla göğsünüzü örtün" şeklinde anlamaya, yorumlamaya çalışıyor
            Biri diğerine "Etekliğinle dizlerini ört" dediğinde bundan "etekliğini çıkar veya aşağıya çek, üst tarafın açılsın, dizlerin örtülsün" manasını anlamak ne kadar absürd ise o anlayış da o kadar saçma! ……

             ….. “yukarıdaki saçma yorumu yapabilmek için cesaret kadar büyük cehalet (veya daha başka şeyler) gerekiyor.
            “Bir de simge konusu var.”…….

            ….. “Doğrusu "İslam'a bağlılık, bir çeşit islamcılık simgesi" olduğudur. İslam'a bağlı oldukları halde başını örtemeyenler ise "mahelleden beter devlet baskısı" yüzünden istediklerini yapamıyorlar. Eğer dindarlığın uzantısı olan bir simge varsa bunu kullanmak da din özgürlüğüne dahildir.”

Sayın Hocam!
-İstirham ederim; lütfen…! Siz yaşlı başlı, akıllı uslu, koskocaman bir Profesörsünüz! Makalenizden  yaptığım ilk alıntıdaki, İktidar Partisi’ne dönük tavsiyeler konumunuza yakışıyor mu? İyi; tavsiyenize uysunlar da muhalifleriyle uzlaşmasınlar madem! Bakalım kimlerle uzlaşırlar o zaman? “Milletle…” diyeceksiniz elbet! Eh...!? Göreceğiz…!

-Gelelim bir kısım insanları cahil ilan etmeniz konusuna:
Evvela belirteyim ki Allah bu milleti okumuş cahillerden korusun!
Nitekim siz kendinizi bilim adamı, ilahiyatçı olarak tanımlamaktasınız ve profesörlük payeleri de aldınız üstelik. Benim bildiğim bu vasıftaki bir insan evvela bu tür sözleri söyleyenleri kaynak göstererek işaret eder. Ancak siz buna zahmet buyurmamış hayali bir suçlama yapmışsınız! Yaptığınız bu suçlama. büyük bir, abesle iştigal halidir! Böyle saçma sapan bir yorumu kimsenin yapacağını sanmıyorum. Yapan olsa bile, böylesi bir yoruma hiçbir akıl sahibi itibar etmez! Bu millet böylesine “andaval” değil hani! Aynı makalenin içinde, bu millet kimin, neyi, niçin istediğini ve yaptığını iyi biliyor, iyi anlıyor, sandık başında da ona göre davranıyor!” demiş buyurduğunuza göre bunu siz de kabul edersiniz hani?
Bizlere kaynak gösterin lütfen;  kimdir, kimlerdir bu yorumu yapanlar. Nerede yapmışlardır? Yoksa siz mi karalıyorsunuz karşı görüşlerin adamlarını?

-Simge konusundaki sözlerinize gelince:
Dinsel alâmet başkadır, siyasal alâmet/ gösterge/ simge başka şeylerdir. Bunu her akıl sahibi ayırt eder! İzahlarınızdaki çarpıtmaya gerek yoktur!
Hele hele; “başını örtmeyenlerin devlet baskısıyla örtmediklerini” söylemeniz, doğrusu kimin cahil ve cüretkârlardan olduğu konusunda derin şüphelere düşürdü beni!
Sizin Profesörlük kariyerinize bakılırsa eğer;
Bu ülkede kendini ”Müslüman” tanımlayanlar, başörtüsü örtmenin dinsel bir zorunluluk olduğuna inanmak zorundalar. Ve; “türban tarzı yada herhangi bir baş örtüsü kullanmanın kesin bir dinsel emir olmadığı yönünde yorum yapan İlahiyatçılar da, Müslümanlar da cahil ve din karşıtıdırlar? Din karşıtı olmayanlar da devlet zoruyla örtemiyorlar başlarını” öyle mi? Bu mümkün mü? Yoksa İslâm’ı sizin anladığın tarz anlamayanlar Müslüman değiller de sadece sizler mi Müslüman’larsınız? 
Ve yine demek ki Kuran, Asrı Saadette yorumlanıp bitmiştir. Ve artık yeni erişilen bilgiler, olay, olgu yada durumlar karşısında yorumlanamaz haldedir.
Peki Sayın profesörüm; nerede kaldı o zaman Kuran’ın dinamikliği, evrenselliği, tüm çağlara ve kültürlere hitap edişi, gelenekçiliğe, hatta kendi üzerinden oluşacak olanlara bile karşı oluşu, ve vs. özellikleri…?
Değerli okuyucular; Sayın Hocamızın yazısını okuduktan sonra kendilerine, incelemeleri için ve cevap olarak semizdeki, http://anafor.org/haber_detay.asp?id=3735&uyeid=170 link adresli yazımı yolladım. Aslında bu makalem yetersizdir. http://anafor.org/haber_detay.asp?id=3752&uyeid=170 sitemiz adresindeki yazımı da okumalarını önermekteyim.
Hatta bunlar dahi yetersiz olup, “Çürüme” adlı kitap kapağı altında yayınlanmış olan müstakil, Kördöğüşü” adlı çalışmamın “Türban Muaviye’nin Mızrağının Ucundaki (Gibi) Olmasın!” konusunun bir bölümünü, kendi cehalet ve cüretimin örneği olarak alıntılayacağım buraya. Ki cahiller, cüretkarlar ve art niyetlilerden birisinin de ben olduğumu anlasın Sayın Hocam!  Yahut da bu tür kişilerin kimliği daha bir güzel çıksın ortaya!

-Bu alıntıyı yazımızın bundan sonraki bölümlerine bırakalım ancak aşağıdaki soruları soralım!
Sayın Hocam!
--Yazmış olduğunuz makale karşısında, bir Müslüman’ın vatandaşı bulunduğu devletin yasalarına uymasının Kuran’ın açık emri oluşuna ne diyeceksiniz?
--İnsanlara, hem de tanımadığınız  insanlara iftira atmak daha büyük bir suç değil midir dinimizde? Hem de  yazdığınız türden bir saçmalığı öne sürerek…?
--“Bu sözü söylüyorlar!” dedikleriniz kimlerdir? Bu sözlerin nerede ve kimlerce söylenmiş olduğunu niçin belirtme gereği duymadınız? Bilimsel kafa yada Kuran-i anlayışın gereği bu mudur?
--İşin esası itibariyle yorumdan çıkan bir kıyafet size göre İslâm’ın simgesi oluyor da müfteri/ iftiracı, fitne, fesat yanlısı olmamak İslâm’ın simgesi, hatta daha belirgin simgelerinden birisi olmuyor mu?
--Asıl önemlisi; İslâm sırf sizin anladığınız ve yorumladığınız gibimidir?
Sanırım bu sorulara olumsuz cevap vermeyeceksiniz!

Sayın okuyucular; konumuza kaldığımız yerden devem edeceğiz!
Ayrıca Sayın Hocamıza gerek bu, gerekse devamı yazılarımızı da yollayacağız!
Saygılarımızla efendim…!
                                               Av. Mehmet DURAN

15 Ekim 2010 Cuma

MUCİT PROFESÖR

MUCİT PROFESÖR

Dünkü gazetelere, önde gelen mucit hocalarımızdan birisi(!), AKP Milletvekillerinden, Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı, Prof. Dr. Sayın Burhan KUZU’dan sadır olan bir kısım yeni buluşlar yansıdı. Buluş’un Vatan Gazetesine yansıması aynen aşağıdaki gibidir:

“AKP'li Kuzu'dan sürpriz 'laiklik' çıkışı!


Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu, Türkiye ’nin değişen topluma ayak uydurabilmek için laiklik ilkesini yeniden yorumlamak zorunda olduğunu söyledi. Böylece süregelen laiklik tartışmasına Kuzu da katılmış oldu.
Reuters’a özel bir röportaj veren Kuzu, “Biz laiklik ilkelerine saygılıyız ancak bu ilkelerin yeniden yorumlanması gerektiğini düşünüyoruz ” dedi. Kuzu, “Örneğin başörtüsü meselesi laiklikle değil bireysel özgürlüklerle ilgilidir ” diyerek Türkiye’nin yeni anayasasının demokratik değerlere ve birey haklarına odaklanması gerektiğinin altını çizdi.
Röportajda mensubu olduğu Ak Parti ’nin yeni anayasa konusundaki görüşlerine paralel açıklamalar yapan Kuzu, “Haziran ayında yapılacak genel seçimlerden sonra kamuoyuna sunulacak yeni anayasa taslağı üzerinde bir uzlaşmayla oluşması gerektiğini” söyledi.
Kuzu, “Ak Parti 2002 yılından bu yana iktidardadır ve o günden bu yana hükümetin halkın yaşam biçimine müdahale ettiği hiçbir vaka yaşanmamıştır” dedi.”

Sayın Kuzu, elbet haklıdırlar(!)
Öyle ya; ülkemizde bu “lâiklik” meselesine mutlaka bir çözüm bulunmalıdır. Çözüm ise elbet kavramın içeriğinde anlaşmak biçiminde olacaktır.
Ne var ki bence bu anlaşma, kavganın çıkarcı ve art niyetli taraflarınca başarılabilecek bir şey değildir. Demem o ki; öncelikle ülkenin, vatan sevdasından başka çıkar gütmeyen  vatansever evlatları yağa kalkmalı bu hususta. Onlarla birlikte de halk… Millet… Ve bu aşamada hem “çıkarcı lâikçi dinciler”, hem de “çıkarcı şirkçi dinciler” artık sadede gelmelidirler.
-Sadede gelmelidirler çünkü; ülkenin kan kaybına tahammülü kalmamıştır artık!
-Sadede gelmelidirler çünkü; türban, her cenahça siyasal istismar konusu, bazılarınca da amaç değil, hedefe (din devletine) giden yolun bir aracı, bunun sembolü olarak kullanıldıkça,  bu kan kaybı devam edecektir. !
-Sadede gelmelidirler;  çünkü “lâiklik” millete devlet etme biçimi olduğu halde, bunu yaşam tarzıdır diye dayatan “çıkarcı lâikçi dinciler” mevcut boyutuyla var oldukça sorun çözülmeyecektir.
-Sadede gelinmelidir çünkü; “çıkarcı şirkçi dincilerin” gerek dinimize, gerekse devletimize olan bu mevcut tarzdaki saldırıları sürdükçe başımız dertten kurtulmayacaktır!
-Sadede gelmelidirler; çünkü kadın kıyafeti aslında siyasetin ve erkeklerin konusu değil, tamamen kadınların konusudur! Kaldı ki kadınlarımız iffetlerini korumak konusunda erkeklerimizden çok daha hassastırlar!

Zannımca demek istediklerimiz anlaşılmış, maksat hasıl olmuş olmalıdır. Ne var ki aşağıya, eleştiriye aldığım bu habere gelen bir yorumu eklemek arzu ediyorum:

Zamanında “laiklik ilkesini” yazan(lar), yorumlayan(lar), halk (tarafından) kabul görmesini (ve) benimsemesini sağlayanlar, halkın içinde yaşamlarını sürdüren, (onların arasında) korumasız dolaşan (yanına koruma almayan), en önemlisi (de) her gün kan dökülen güzelim ülkemizin toprak(lar)ını pazarlamayan (kişilerdi)...! LAİKLİK ilkesi, (işte bu kişilerce) yorumlanmıştır.
(Bu ilke) Her önüne gelenin yorumlamasına bırakılmayacak kadar (önemlidir ve) açıktır (bu konu!).
Sayın Kuzu esas amacını açıklasa, millete yalan söylemeden daha iyi olur!”

Ben ise bu maksat açıklamayı her cenahtan beklemekteyim.
Saygılarımla efendim!
                                                   Av. Mehmet DURAN

13 Ekim 2010 Çarşamba

TÜRBAN SORUNU ÇÖZÜLDÜ(!)

          TÜRBAN SORUNU ÇÖZÜLDÜ(!)

            Biliyorsunuz geçtiğimiz günlerde “türban sorunu” birden bire “şak” diye çözülüverdi(!) Bunu çözen, hepimizin bildiği gibi kahraman memleket evladı(!) ve büyük mucit(!), YÖK Başkanımız, Sayın Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN oldu. Doğrusu kendisini bu cesareti ve buluşu için Yürekten kutulamaktayız(!)
Öyle ya: Bu sorun üzerinde onca ilahiyatçı, hukukçu, siyasetçi ve memleket evladı çalıştı, çalıştı ama bir türlü netice alamadı! Sağ olsunlar(!) kendileri büyük bir başarıya(!) imza attılar ama….
Dediğimiz gibi bu sorunun üzerinde kimler çalışmadı, kimler…?

-Hatta bunlardan birisi, belki de ilki Haz. Ali’dir. Lakin o dahi çözüm bulamamıştır(!) bu vb. türden olaylara!  Bulamamıştır çünkü bildiğiniz gibi Sıffın’da Muaviye ile tutuştukları savaşı tam da galip bitirecekken, Muvaviye ve yardakçılarının bulduğu bir dinsel değer kullanısı ile alt olmuştur. Böylece kazanımı akamete/ kesintiye uğramıştır.
Bu hile ise şudur ki: Muaviye kendi askerlerinin mızrakları ucuna Mushaf (üzerinde Kuran yazılı kitap) sayfalarının taktırıp “Aramızda Kuran hakem olsun!” sözlerini bağırtarak onları savaş alanına sürmüş! Andığımız biçiminde uygulanan, sonuçta Haz. Ali’nin Devlet Başkanlığını elinden aldıran sürece işte bu yolla girmişti.
Oylayın başlangıç safhasında Haz. Ali her ne kadar; “Mızrak ucuna takılı olanlar kuran değildir. Yazı ve kağıttır. Semboldür. Kuran bunlardan bağımsızdır. bunlar kutsal değerleri kullanıyorlar vb.” şeyler söylemişse de kendi askerlerinin dahi bir kısmını ikna edememiş, yukarı paragrafta andığımız netice ortaya çıkmıştı.

-Zamanlar su gibi akıp geçti…! Nihayet ülkemiz insanı için tarihin tekerleği, Sevgili Atatürk’ümüzün önderliğinde ileri doğru en güçlü dönüşümünü gerçekleştirdi. Bu aşamada en büyük hizmetlerden birisini de dinimiz ve dinsel değerlerimiz gördü.

-Ancak kısa zaman sonra rahibelerinin kıyafetine benzer bir kıyafet, “yegane İslâm-i örtünme/ baş örtme biçimidir!” benzeri sözlerle siyaset alanına sürüldü. Muaviye’in çocuklarınca…

-Nice ilahiyatçılar çıktı ortaya ve dediler ki: “Nur Suresi 34. ayet hükmü diye ortaya konan ve kadınların saçları görünmeyecek şekilde başlarını örtmelerinin zorunlu olduğu biçimindeki anlayış zorlama bir yorumdur! Burada açık emir yoktur. Bu ayetin özü esasen kadınlarımızın kendilerini ortaya yerde “hafif meşrep”  ve cinsel obje olarak teşhir etmemeleri üzerinedir!”
Ne çare ki, bunları pek dinleyen, dinlemek isteyen olmadı. Hatta böyle söyleyenler nice eza ve cefalar gördü. Bunlardan birisi de ilahiyatçı Prof. Dr. Rahmetli Bahriye Üçok Hanımefendi’dir. Ki muhtemelen bu yöndeki açıklamaları nedeniyle can verdi  Merhume!

-Başa türban takılmasının Üniversitelerde serbest kalması için nice kanunlar çıkarıldı. Hatta Anayasa değişiklikleri bile yapıldı. Yapıldı ve bu konunun “dinsel bir zorunluluk olmaktan ziyade, Sıffın Savaşı’nda Muaviye’nin mızrağının ucundaki Mushaf sayfalarına benzeyen siyasi bir sembol olduğu, bunun esasen dinsel açıdan da mahsurlar taşıyabileceği” anlamına gelebilecek biçimdeki hüküm ve yorumlar, başta Anayasa yapıcılarımız, Anayasa Mahkememiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve nice bilim adamı, ilahiyatçı, düşünür, hukukçu, siyasetçi ve aydınımızca ortaya kondu.
Böylece konu hukuksal açıdan kesin bir hükme bağlandı ki; Türban siyasi semboldür! Ve bu uygulama kamusal alanlarda vücut bulamaz…! Böylece hükme bağlandı.
Bağlandı ama yine de bir türlü çözülemedi.

-Bu anlamda, ülkede nice siyasi partiler kapatıldı. Hatta mevcut İktidar Partisi bile kapatılmayı kıl payı atlattı. Herkesin malûmudur ki, kendilerinin “lâiklik karşıtı eylemlerin odağı oldukları” Anayasa Mahkemesince tesbit edildi. Yine herkesçe bilindiği gibi hukuksal değil, tamamen siyasal bir karar ve ufak bir para cezasıyla “ yırttı paçayı”... 
Ve bir müddettir görünürde sessizleri oynuyordu…!? Bilemem; belki de oldukça derinden çalışıyordu!? Kendileri her ne kadar inkar etseler de bu tarz, onların genel çalışma biçimiydi çünkü.

-Eh…! En sonunda ve geçtiğimiz günlerde…
Birden bire ortaya, ülkemizin kahraman evlatlarından(!),  büyük mucit (!), YÖK Başkanımız, Sayın Prof. Dr. Yusuf Ziya ÖZCAN çıkıverdi. Çareyi bulmuştu(!) Ve çözüverdi(!) hemencecik sorunu…(!)

Nasıl çözdüğünü hepiniz biliyorsunuz:
Bir genelge yayınlayarak tüm üniversitelerimize gönderdi Sayın Başkan… Ve “Türban takan öğrenciler hakkında sadece tutanak tutulacak (fişleme) başkaca bir işlem yapılmayacak” diye yazdı oraya… Ve böylece bitirdi işi…(!)
Vay; çok sağ olasın…(!) Sayın değerli Hocam…(!) Çok sağ olasın…(!) Sorunun çözümü ne kadar basitmiş meğer(!) Basitmiş ama tarihler boyunca kimse bilememiş, kimse çözememişti(!)
Bu genelgeyi sanırım artık Danıştay da iptal edemez(!) Edemez(!) çünkü, Haz. Ali başta olmak üzere nice tarihsel kişilik yenik düştü(!) bu türden mücadelelerde! Öyleyse Danıştay da kim oluyormuş(!) efendim…? Sakın; dava mava açmayın(!) orada!
Zaten hep derler; “Tarih tekerrürden ibarettir.” diye…
Bilmem ki öyle midir?
Bilmem ama, yine de ben…
Hepimizi kutluyorum en derinden…(!)
                                         Av. Mehmet DURAN

HÜKMETMEK ÜZERİNE-2

HÜKMETMEK ÜZERİNE-2

Yine okuyanlar bilirler ki:
Bundan bir süre önce, “Kur’an Din Devletine Onay Vermez” başlıklı bir makale kaleme alarak, fazla da detaya girmeden işin temel noktaları itibariyle aynı başlıkta geçen belirlemeyi özellikle Kuran’sal, dinsel ve tarihsel açılardan kanıtlayıcı açıklamaları ortaya koymuştuk.
Devamı günlerin birisinde, okuyucularımızdan biri bu yazımıza dair aşağıdaki soruyu sordu. Biz de devamındaki cevabımızı verdik kendisine. Aynı soru ve cevabının devamı bölümlerini sizlerle paylaşarak takdirlerinize sunuyoruz bu kez de…
Soru: “Sevgili Mehmet Duran Bey!
Biliyorsunuz, Maide Süresi 44. ayette meal olarak; “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridirler!” buyurulmaktadır. Bu durumu, “Kuran Din Devletine Onay Vermez” adlı yazınızın hangi alanında değerlendirmek gerekir? Bunu açıklarsanız sevinirim!
Teşekkür ediyorum… Selamlar…”
Evet, Cevaplarımıza kaldığımız yerden ve  2. maddemiz ile devam ediyoruz:
Cevap/2- Aynı cümleden olarak önemle belirtmek isterim ki, “hükmetmek” kavramının, halkın yönetimi anlamındaki egemenlik erkinin kullanımıyla olan ilgisi, devletlerin kendi milletlerini yönetirken, onun değerlerini (ki din içindedir) dahi özenle itibara alması gerekliliği bakımından olsa gerektir. Sorduğunuz sorudaki ilişkiyi ben, bu son cümlem ve anlata geldiğim kadarıyla sınırlı görüyorum!
Dolayısıyla, soru yöneltilirken, soru ve beklenilen cevaba yüklenilen anlam gayet dar ve yetersizdir. Nitekim, yukarı 1. maddedeki açıklamalarımız da nazara alınırsa eğer, bildiğiniz gibi “hüküm, hükmetmek” kavramının devleti yönetmek, daha doğrusu devletin yürütme erkini kullanmak, hatta emretmek anlamandan hem daha farklı, hem daha kapsamlı ve güçlü, başkaca anlamları ile uygulama alanlarının mevcudiyeti açıktır.!
Örneğin: Yargısal hüküm, olgusal hüküm, yasa/ kader (hesap ve ölçülülük) ve benzeri daha nice anlamlar… Kaldı ki, halka dirlik (devlet) sağlama organizasyonunun anlamı, hükmetme yönündeki anlamıyla, yani yürütme erki ile sınırlı olmayıp, yasama ve yargı gibi başkaca erkleri de içinde barındırdığı açıktır. Bu durum bile, bahse konu ayet üzerinde yapılan anlam daralmasını hem göstermekte, hem de bu daraltmanın mahsurlarını ortaya koymaktadır!
Sonuç Olarak:
- ”Hükmetmek” kavramını halkın, daha doğrusu  milletin egemenliği demek olan siyasal iktidar kavramına indirgeyip daraltmak işin icabına uygun ve doğru olmasa gerektir.
- Aynı şekilde “Allah'ın hükmü”  kavramını dahi izah ettiğim üzere dar anlamamalıyız!
Doğrusu böyle yapmanın mahsurları ile vebali oldukça ağır olsa gerektir. Bunların takdiri ise elbet sizlerindir!
Cevap/3- Durum bu olunca, Maide Suresi 44. ayeti böylesine dar anlamak büyük bir yanlış olsa gerektir. Ve büyük bir yanlışa, dinin siyasal ikballer ve vs. çıkarlar adına kullanılmasına çanak tutmak olsa gerektir. İnsanlarımızın, bizzat Kuran-i bir kavram olan “Allah ile aldatmak” olgusunun pençesine bırakmak anlamana gelse gerektir. Fitne ve fesada yol açsa gerektir. Özgürlük ortamının bozulması konusuna da çanaklık etse gerektir.
Kaldı ki, Kuran’ın toplumlardan beklemekte olduğu özgürlük ortamı, inanmamayı  ve günah işleyebilmeyi de sağlamalıdır. Bu ise dünyasal sınav ortamının gereğidir.
Cevap/4- Nitekim Küfür kelimesinin gerçek anlamının, gerçeklerin örtülmesi olduğu nazara alınırsa, hüküm” ve “hükmetmek” kavramlarının sair anlamlarının üzeri örtülerek, gerçeklerin görülmesinin özellikle kasıt içerir biçimde engellenmesi, böylece de bu kavramın sırf, halka ait olan siyasal egemenlik kavramı ile eşitlenip bu derece daraltılmasının konum ve anlamı çok tartışmalı, çok nazik bir hal alır.
Hatta bu durum, bırakın devletsel açıyı, dinsel açıdan dahi çok oldukça ağır sorunlara gebe gibidir. Küfre girme anlamındaki gebelik yani…!
Daha açık söylemek gerekirse:
Sözü edilen bu anlam daraltması gerçeklerin tam olarak görülmesini engeller. Hatta gerçeklerin çarpıtılmasına olanak sağlar. Bu durumda, bu engelleme küfür anlamına gelebilir. Çünkü böylece devletlerin dinleri kendi çıkarlarına kullanma kapısı da aralanmış olur. Yukarı 3. maddede andığımız mahsurlar tamamen gün yüzüne çıkar. Günümüz Türkiye’sinde de görüldüğü gibi!
Öyleyse, “Allah’ın hükmüyle hükmetmek” demek, aynı zamanda bilimsel bilgiyle de hükmetmek demek anlamında olacaktır! Dolayısıyla Maide Suresi, 44. Ayeti de, “Kuran Din Devletine Onay Vermez” başlık ve içerikteki yazımızın bir kanıtı olarak görmek, sanırım daha doğru olacaktır!
Saygı, sevgi ve muhabbetle… Ve Allah'a emanet kalın efendim...
                                                                        Av. Mehmet DURAN

HÜKMETMEK ÜZERİNE-1

           
HÜKMETMEK ÜZERİNE-1

            Okuyanlar bilirler:
Bundan bir süre önce, “Kur’an Din Devletine Onay Vermez” başlıklı bir makale kaleme alarak, fazla da detaya girmeden işin temel noktaları itibariyle aynı başlıkta geçen belirlemeyi özellikle Kuran’sal, dinsel ve tarihsel açılardan kanıtlayıcı açıklamaları ortaya koymuştuk.
İleriki günlerin birisinde, okuyucularımızdan biri bu yazımıza dair aşağıdaki soruyu sordu. Biz de devamındaki cevabımızı verdik kendisine. Aynı soru ve cevabının ilk kısmını sizlerle paylaşarak takdirlerinize sunuyoruz şimdilik. Devamı inşallah bir sonraya…

Soru: “Sevgili Mehmet Duran Bey!
Biliyorsunuz, Maide Süresi 44. ayette meal olarak; “Allah’ın hükmü ile hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridirler!” buyurulmaktadır. Bu durumu, “Kuran Din Devletine Onay Vermez” adlı yazınızın hangi alanında değerlendirmek gerekir? Bunu açıklarsanız sevinirim!
Teşekkür ediyorum… Selamlar…”
Cevap: Değerli Kardeşim!
Sorunuza dilimin döndüğü, aklımın erebildiğince bazı açıklamalar yapmak arzusundayım.
Sırayla bunlar:
Cevap/1- Ayet içeriğinde geçen Allah'ın hükmü/ hükümleri” kavramını sadece Kuran hükümleri ile sınırlı saymak hem yanlıştır, hem de kesinlikle eksiktir. Biliyorsunuz Cenabı Allah hükmünü/ hükümlerini yada ayetlerini, yani işin kaderini tüm evrene yazmıştır.
Bahsini ettiğimiz bu ifade Kuran'ın ifadesidir. Nitekim; “ayet = kanıt, delil” demek olduğuna, bu deliller aynı zamanda birer hükmü de ifade etmiş bulunduklarına göre, Cenabı Allah’ın hükümlerini sırf Kuran-ı Kerim’de geçen hükümlerle/ delilerle sınırlı sanmak yanlış ve eksiktir.
Evrene yazılmış olan bu hükümler ise bilimsel bilginin de bulguları olan C.Allah’ın sonsuz ilminin yansımaları olan tabii, sosyal ve vs. kanunlardır. Kuran’a göre bu kanunlar esasen “kader” demek anlamındadırlar da…! Nitekim tüm oluşlar bu yasalara/ kaderlere göre ve neden sonuç bağıntısı içinde sonuç bulmakta, sonuca kavuşmaktadırlar.
Buradan çıkaracağımız sonuç şudur ki; bilimsel bilgi dahi, hatta daha açık söylemek gerekirse, bilimsel bilgiler de Cenabı Allah’ın ana ve asıl hükümlerindendir.
Bu dediğimizin tersi de doğrudur: Yani Kuran’ı Kerim’deki tüm bilgiler/ hükümler de aynı şekilde ve tamamen bilimsel bilgi, kanıt ve hükümlerdirler!
Bu nokta itibariyle kesinlikle dogmatiklik yoktur. Kuran için “doğma” diyenler, örneğin suyun kaynamasına dair olan yasanın uygulanma sonuçlarının ortak şartlar altında değişmezliğine ne diyeceklerdir? Bilimsel bilginin deneyleri tecrübe edilirken tesadüfi yöntemle belirlenmek suretiyle mutlak doğru olarak kabul edilen merkez noktasının tespitindeki yönteme ne diyeceklerdir?
  Dolayısıyla gerçek bilimsel bilgi anlamındaki gerek tabiat, gerek sosyal ve gerekse sair tüm yasalar “C.Allah'ın hükmü” cümlesi içerisindedir!
Ve hatta Cenabı Allah Toplumlara din yoluyla değil, tabii ve sosyal yasalar yoluyla müdahale etmektedir daha çok. Ve toplumlardan özgür ortamlar beklemektedir. İşi zaten kaderlemiştir aynı zamanda. Öyle ya, everende kurulu olan zıtlık ile sağlanan dengeyi tutturamayan toplumlar yıkılmaya yok olmaya mahkum kalırlar.
Bunu örneklemek gerekirse eğer:
Erdem de dip yapsa, erdemsizlik de dip yapsa bir toplumda, dip tepkime ile geri dönüşümü başlatamayan toplumlar çökerler. Dip tepkimesiyle döşümü gerçekleştiren toplumlar ise zıtlıkta birlik içinde sağlanacak kadersel bir dengeye oturmuş olurlar!
Andığımız bu anlam itibariyle iyi bilinmelidir ki, dünyasal yaşam tarzı, erdemsellikler açısından sonsuzluk biçiminde kaderlenmiş bir yaşam tarzı ve ortam değildir. Zıtlıkla kurulan denge üzeredir çünkü. Zıtlıkla kurulacak dengede ise, erdemlilikle erdemsizlik at başı gibidir çünkü. İyilikle kötülük kardeştir çünkü. Ayrıca vazgeçilmez ve elzemdir çünkü…
Anlatmaya çabaladığım bu durum, dediğim gibi C. Allah Tarafından kaderlenmiş, yani yasalaştırılmış bir durumdur. Ve illa sonuç icra eder. Cenabı Allah toplumlara bu türden yasalar, yani hükümler ile müdahale eder daha çok. Yoksa din, yani kitabi din yolu ile değil.  Nitekim din, toplumlardan ziyade kişilere özgülenmiştir.
Demek ki Cenabı “Allah’ın hükmü” kavramını böylesine, hatta daha da geniş anlamak ve uygulamak durumundayız. Şu halde bu açıklamalardan bile anlaşılacağı gibi “Allah’ın hükmüyle hükmetmek” demek, aynı zamanda bilimsel bilgiyle de hükmetmek demektir!
Bu ve aşağıdaki gerçekler ise bize, bilimsel bilgiye dayalı, eşyanın tabiatı, halin gereği ile uyumlu, ortamın özgür olduğu, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletini işaret eder.
NOT: DEVAMI VAR!
                                  Av.Mehmet DURAN